“Kurmacayı olağan deneyimden ayıran şey, gerçekliğin eksik değil rasyonelliğin fazla oluşudur.”(1) Olağan deneyim tutarsız, umulmadık örüntüler içerebilirken kurmacalar –genellikle- rasyonel bir eksen etrafına örülür. Ancak otobiyografik hattın bir ana damar olarak yer aldığı kurmacalarda gerçeklik ve kurmaca arasındaki geçişler muğlaklaşır, sebep-sonuç dizgiselliği, zaman akışı büyük ölçüde kırılır. ‘Şiddettin Tarihi’nde(2) Édouard Louis; insanların, objelerin, kokuların, seslerin bir sisin içinde yüzüyormuş gibi bulanıklaştığı bir hatırlayış tasarlar. Odaktaki travma, başkişinin olaydan bir yıl sonra gittiği -doğduğu- kasabadan anlatılır. Édouard, 25 Aralık(3) gecesine dair hafızasında salınan, birbirine karışan anı parçalarının düğümlerini çözmek ve yaşananlarla arasına giren zamansal mesafeye coğrafi bir mesafe de eklemek için oradadır. Ancak burada hafızada kaynayan travmaya, çocukluk ve ilk gençlik travmaları da eklenir. Yazar, Édouard’ın duygu ve düşünce blokajlarının art alanına ırkçlığı, göçmenliği, homofobiyi, aidiyet problemlerini, ontolojik sorguları, kendine yeni bir hayat kurma ideallerini yerleştirir. Farklı sorun ağlarının iplerini de ‘şiddet’ sözcüğünün köklendiği evrensel bir yapıya bağlar. Dolayısıyla başkişinin maruz kaldığı bireysel şiddetin ardında kolektif şiddetin ayak sesleri duyulur. Kişisel deneyim, farklı biçimlerde yaşamın birçok alanına sinen ve olağan/görünmez hale gelen şiddet eğilimlerini de peşi sıra sürükler.
Yazar, metni hatırlayış ve anlatım olmak üzere iki düzlemde sunuyor. Olağan deneyim ve kurmaca arasındaki geçişliliği sağlayan bu yöntemle hatırlayışta kopan, dağılan, unutulan ayrıntılar rasyonel dizgiselliğe yaklaştırılıyor. “Kapının arkasına saklanmış onu dinliyorum…” (s.11) cümlesiyle açılıyor roman. Kapının arkasında olmak, saklanmak biçim ve içeriği etkileyen anlamlar içeriyor. Yazar kapıyı ve saklanmayı metafor olarak kullanırken, ablanın sesiyle dile gelen kurguya teknik bir anlam yüklüyor. Anlatı hem Édouard’ın hatırlayışları – mantıksal değil duygusal bir sıralamayla ilerliyor- hem de abla Clara’nın anlatımıyla biçimleniyor. Anlatıdaki mesafeyi sembolize eden bu teknik travmanın içinde mücadele eden kişiye de metafor alanı açıyor. Zamansal ve mekansal bir mesafeden sunulan travma adeta başka bir dilden tercüme ediliyor. Aktarımın aktarımına dönüşüyor.
ÖTEKİLERİN SESLERİ
Édouard, 25 Aralık akşamı tanışıyor Reda’yla. Arkadaşları Didier ve Geoffroy’la buluştuktan sonra onların hediye ettiği kitapların ilk sayfalarını okumak üzere evine dönerken. Rèpublique Meydanı’ndaki yol çalışması, yağmur, zemindeki çamur, kaçıp gelinen taşrayı anımsatan bir gecenin serin ıslaklığında Édouard’ın akışı Reda’nın “Naber? Noel’i kutlamıyor musun?” sorusuyla sekteye uğruyor. Édouard’ın isteği tek başına eve gitmek olsa da zihniyle bedeni arasındaki çatışma/karmaşa eve birlikte gidişleriyle son buluyor. Ailelerden, çocukluklardan bahsedilen ve keyifle geçen gece Édouard’ın duştan çıkışıyla bir kabusa doğru hızla yol alıyor. Duştan sonra saate bakmak için telefonunu arayan Édouard, telefonunu bulamadığında, tabletinin de Reda’nın ceketinin cebinde olduğunu fark ettiğinde duygusal ve cinsel paylaşımlar yerini şiddettin gerilimine bırakıyor. Édouard, Reda’yı doğrudan hırsızlıkla suçlamasa da Reda çok sinirleniyor, konuyu ailesine ve geçmişine bağlayıp- ailesine hakaret edildiğini iddia ediyor- kişiliğindeki karanlığı ortaya çıkarıyor. Atkıyla boğmaya çalışma, cinsel istismar, silahla tehdit, hakaretler ve küfürlerle gecenin seyri değişiyor.
“Atkı yatağın yanında yerde duruyordu. Eğilip aldı. Gözlerini benden ayırmadan. Yine boğazımı sıkacak diye düşündüm.” (s.124)
“Birinin, bir komşunun bizi duymasını ve müdahale etmesini umuyordum. Ama kimse gelmedi. Elindeki atkıyla kollarımı bağlamayı kafaya koymuştu. Girişimleri başarıya ulaşamayınca, az önce sahte deri paltosunun iç cebine koyduğu tabancayı tekrar çıkardı, atkıyı yere fırlattı ya da boynuma doladı, şimdi hatırlamıyorum ve beni yatağa yapıştırdı, yüzüm şeftali kokan çarşafımın bej kumaşına gömüldü. Bana tecavüz ettiği süre boyunca ateş eder korkusuyla bağırmadım. Kıpırdamadan durdum.”(s.125)
Édouard, inlemeyle yalvarma arası, sesini belli bir tonda tutarak bağırıyor, cılız çığlıklar atıyor. Reda’nın daha da vahşileşmesini frenlemek için dengeli biçimde karşı koymaya çalışıyor. İsyanla itaat arasındaki o ara yerde sıkışıp bekliyor. Cinsel istismara, hakaretlere adeta hayatta kalabilmek adına kendince rıza üretiyor. En uygun direnme yolunu uygulamaya çalışıyor. Ta ki bir yolunu bulup Reda’yı evden çıkarana kadar. Maruz kaldığı şiddet bitiyor ancak Édouard belki tüm ömrü boyunca çıkamayacağı bir travmaya hapsoluyor.
Reda gittikten sonra sabahın ilk saatlerinde önce çamaşırhaneye gidiyor. Eve döndüğünde de çarşafları tekrar yıkıyor, yastık kılıflarını sabunluyor, Reda’nın dokunmuş olabileceği kitap vb. tüm nesneleri sabunlu su ile siliyor, klozete, lavaboya çamaşır suyu döküyor ancak Reda’nın kokusu bir türlü çıkmıyor. ‘Kokusu evi terk etmiyordu… üzerime sinmişti kokusu’ diye düşünüyor. Hatta koku burnumda diye düşünüp burnuna serum fizyolojik sıkıyor. Tüm bu arınma çabaları sonuçsuz kalıyor. 25 Aralık sabahı saat 9’da uyanık olan tek arkadaşı Henri’ye gidiyor. Sonrasında Didier ve Geoffroy’la birlikte en yakınındaki kişiler başına gelenleri öğreniyor. Arkadaşları polise gidip olanları anlatması ve şikâyetçi olması için ısrarcı oluyorlar. Bunun dayanışma için yapılması gerekiyor. Édouard’ın maruz kaldığı şiddetin başka birinin başına gelmesini önlemek hem de Reda’ya gereken cezanın verilmesini sağlamak. Ancak artık Édouard’ın tepkileri farklı psikolojik dinamikler içeriyor. Şiddete maruz kalan mağdur/kurban pozisyonu kendisiyle, arkadaşlarıyla ve diğer herkesle iletişiminde sorunlara yol açıyor. Tüm psikolojik karmaşaya rağmen polise gitmeye ikna oluyor.
“Evde sakladığım, polis diliyle kaleme alınmış şikâyet dilekçesinde şöyle yazıyor: Yetişkin Arap erkek. O kağıda bakarken ne zaman bu sözcüğe denk gelsem çileden çıkıyorum çünkü bu sözcük bana 25 aralık gününün ertesinde başlayan soruşturmada polislerin ırkçı tavrını hatırlatıyor ve nihayetinde, son tahlilde, o memurları birbirine bağlayan- üzerlerindeki dapdar üniformalar haricinde, tek şeyin, tek unsurun o ırkçılık marazı olduğunu fark ediyorum. O akşam onları aynı safta buluşturan tek şey buydu çünkü yetişkin Arap erkek onlara coğrafi bir kökeni ifade etmiyordu, bu ifade ikisi için de serseri, eşkıya, haydut demekti. Benden istendiği üzere Reda’nın eşkalini kabaca tarif ederken polislerden biri birden sözümü kesmişti: “ Ha şu Araplardan.” Keyiflenmişti, çok mutluydu demek istemiyorum, abartmış olurum ama gülümsüyordu, sanki geldiğimden beri benden yapmamı istediği şeyi yapmaya sonunda razı olduğumu ispatlamıştım, tekrarlayıp duruyordu, “yetişkin Arap erkek, yetişkin Arap erkek”, iki cümle başka şeyden bahsedip yine başlıyordu, “yetişkin Arap erkek, yetişkin Arap erkek” (s.22)
Olayın adli uzantılar edinecek boyuta geçişiyle şiddetin merkeze alındığı bir hikâye kurgulanmaya başlıyor. Polisler ve hemşire/doktor aracılığıyla oluşturulan hikayede Édouard öteki konumuna geçtiğini duyumsuyor. Adeta ona ait olmayan bir hikayeye hapsedildiğini düşünüyor. Ancak bu duygusal ve kişisel tavrın dışına çıkılıp ceza gerektiren eylemin zaman akışı içerisinde, sebep -sonuç bağlantılarıyla yazılması gerekiyor. Polisler detaylı sorular yönelterek gecenin çözünürlüğünü artırmaya çalışıyorlar. Adli tıptaki hemşire maruz kalınan şiddetin ciddiyetini vurgulayarak bunun hukuki boyuta taşınması gerektiğini sezdirmeye çalışıyor. Soru-cevaplarla ifade yazıldıkça Fransa’nın sömürgecilik geçmişi, göçmen politikaları, ırkçılık, homofobi kamusal alan temsilcileriyle kendine suretler ediniyor. Eylemsel şiddet söylem alanında da –Reda’nın hakaret ve küfürleri de bu alana dahil- kendine yer buluyor. Polislerin, hemşirenin o gecenin başlangıç ve ilerleme biçimine dair örtük aşağılamaları Édouard’ın dikkatinden kaçmıyor. Ancak bu örtük tahakkümün, örtük yargıların, eleştirdiği ırkçılığın tuzağına zaman zaman Édouard’ın da düştüğü görülüyor. Reda’yı anlatırken Arap değil Kabiliyeli demesi, Reda’nın ırkçı söylemlerine karşı sessiz kalması zaman zaman onu da ötekilerle aynı paydaya yerleştiriyor.
“O akşam sokakta yürürken Arapları sevmediğini söylemişti, bunu hangi hakaretle dile getirdiğini, hangi kelimeleri kullandığını hatırlamıyorum ama içinde barındırdığı şiddet net olarak aklımda; onu duymazlıktan gelmiştim ama birkaç gün sonra düşüneceğim şeyi, yani Reda’nın Araplar hakkında tıpkı polislerin ağzıyla konuştuğunu elbette o an düşünemezdim (bir arkadaşım birkaç ay sonra Reda’nın düpedüz ırkçı olduğunu, tıpkı polisler gibi ırkçı olduğunu, sadece gerekçelerinin farklı olduğunu söyleyince ona kızmıştım,” (s.60)
Reda’da hoşuna gitmeyen her şeyi görmezden geldiğini ancak bunu o an fark etmediğini düşünse de insan haklarının farklı ihlal biçimlerinde aynı farkındalık eksikliğinin olduğunu unutmamak gerekiyor. Şiddet gecesinin bu kronolojik akışı romanda Clara aracılığıyla aktarılıyor. Clara’yla anlatıya bir kanal açılıyor ve bu kanaldan hem Édouard’ın çocukluğuna hem şiddet gecesine hem de sonraki bir yıllık sürece ulaşılıyor. Édouard ablasının evinde çocukluğuna, ilk gençliğine, aile ilişkilerine, kaçıp kurtulmak istediği birçok şeye dair hatırlayışlarla yüzleşiyor.
“…taşra, dinlenme, mütevazı yaşam, yalnızlık, okuma, su, dere ve hatta hayvanlar, kümes, odun ateşi çünkü başka ne geçerdi ki elime, anlamsızlıkları kıyaslamaktan, ikame etmekten başka ne demek olurdu ki bu ve Clara’nın yanına döndün, başarısız oldun diye düşündüm.” (s.37)
Kasabaya dönüşü başarısızlık olarak değerlendiriyor çünkü kasaba ona olmak istemediği bir kişiyi anımsatıyor. Değiştirdiği, soyunup geçmişte bıraktığı bir kimliğin altını çiziyor kasaba.
“Önce kaçmıştım. Üniversiteye gitmek, okumak fikri sonradan, bu eylemin, geçmişimden yalnızca coğrafi anlamda değil, sembolik anlamda, toplumsal anlamda, yani tam anlamıyla uzaklaşabilmenin mümkün olan tek yolu ya da en azından tek seçeneğim olduğunu anlamamla ortaya çıkmıştı. Ağabeyim gibi bir işçi olabilir, ailemin evinden üç yüz kilometre ötede bir fabrikada çalışıp onları bir daha görmeyebilirdim ama eksik bir kaçış olurdu bu. Amcalarımın, kardeşlerimin varlığı içimde kalırdı: aynı sözcük dağarcığı, aynı tabirler, aynı beslenme ve giyim alışkanlıkları, aynı hobiler, aşağı yukarı aynı yaşam tarzı. Tam anlamıyla kaçmamı eğitim sağlayabilirdi.” (s.76)
Eğitim sayesinde kendisine yepyeni bir kimlik kurgulayabiliyor ancak Clara içten içe hep onun kasabaya ait olmasını, kendileri gibi yaşamasını dayatıyor. Kitap okumasının – hatta o gece bile elinde kitapların oluşunun- gösteriş olduğunu düşünüyor örneğin. Édouard’ın cinsel tercihini -ailecek- onayladıklarını belirtiyor ama (Édouard buna inanmadığını söylüyor) tüm söylemlerinin ardında küçümsemeyle sarmalanmış bir öfke yatıyor. Eşine ve dolayısıyla okura olayları anlatırken – eşi anlatı boyunca konuşmuyor sessizce dinleyişiyle adeta okuru temsil ediyor- örtük biçimde eleştiriyor hatta tekinsiz tavırlarıyla kardeşinin maruz kaldığı travmaya kardeşinin payını eklediğini düşündürüyor. Reda’nın tesisatçı oluşunu söylerken bile alttan alta ırkçı, sınıfsal bir iğneleme havası seziliyor.
İNKARIN GÜCÜ
Şiddet sözcüğüyle akla ilk gelen fiziksel boyuttur ancak her fiziksel şiddet eylemi arkasında psikolojik uzantılar taşır. “Şiddet kişi ya da kişilere yönelik psişik ve/veya hasar vermeye yönelik bir cezalandırma eylemidir.”(4) Mağdurun maruz kaldığı eylemin iç dünyasındaki karşılığı fiziksel hasardan, hak ihlalinden farklı bir yerde konumlanır. Ancak şiddetin fiziksel, içsel, hukuksal ve daha birçok boyutu arasında yoğun geçişlilik bulunur.(5) İktidarı, tahakkümü, zor kullanmayı işaret eden şiddettin bireysel alanı tehdit eden gücünün yanında kamusal alanın hedef alındığı bir yapısı da vardır. Yazar, Édouard aracılığıyla aslında günümüzde birçok ülkede rengi, dili, cinsiyeti, cinsel tercihleri nedeniyle şiddete maruz kalan kadınları, erkekleri, çocukları, hayvanları gündemine alır. Édouard’ın maruz kaldığı şiddet eylemi polis, hemşire ve doktor aracılığıyla kamusal alana taşınır. Şikayet edilmesi ve cezalandırılması gereken suç ortadadır. Ancak burada Édouard’ın yasaların işleyişine dair güveninde gedikler belirir. Bu nedenle Reda tutuklanırsa intikam hırsına bürüneceğinden korkar. Daha doğrusu hukukun, güvenlik sistemlerinin – sadece Fransa’da değil birçok ülkede- onu koruyamayacağından korkar. Ayrıca dava süreci boyunca yaşananların tekrar tekrar gündeme gelerek bugüne taşınmasından geçmişte kalamamasından endişe duyar. Dolayısıyla dibe gömmek, teninden hafızasından kazıyıp atmak istediği şeylerin hukuksal süreçte sürekli yüzeye çekilmesi ve failin yokluğunun tehditkar bir varlığa dönüşmesi söz konusudur.
Edouard geçmişi bozmasını sağlayacak, aynı hareketle onu hem yoğunlaştırıp hem de yok edecek ve onda kalan sahnelerin kendisiyle bağını zayıflatacak, koparacak bir bellek inşa etmeye, hatırlamamanın dinginliğine ulaşmaya çalışır. İyileşmem, gerçeği inkâr edebilme ihtimaliyle başladı. (s.167) der. İnkâr travmayı sağaltma seçeneği olarak görülür. Ancak geçen zaman, oluşturduğu serinliğin içinde hâlâ bir kor taşımaktadır. Ve taşıyacaktır da.
1 Jacques Rancière, Kurmacanın Kıyıları (Çev.Yunus Çetin) Metis Yayınları, İstanbul, 2019, s.9
2 Édouard Louis, Şiddettin Tarihi (çev. Ayberk Erkay), Can Yayınları, İstanbul,2023 (Alıntılar bu baskıdandır. )
3 ‘24 aralık’ veya ‘25 aralık’ gecesi diye düşünülebilir çünkü romanda ‘25 aralık sabahı’ ifadesi de yer almaktadır.
4 Şiddetin Eleştirisi Üzerine (Der. Aykut Çelebi), “Sunuş: Bir Parıltı…Sonra Gece” s. 9-19, Metis Yayınları, İstanbul, 2010
5 “O halde elimizde şiddeti anlamaya yönelik biri minimalist (zor ya da cebir kullanımı) diğeri de daha geniş ve kapsamlı (ihlal olarak şiddet) iki şiddet anlayışı var.” Vittorio Bufacchi’den aktaran Çelebi, a.g.e. s. 13